BAHA SADIK AKINER
İsabetli bir tercih olduğunu belirtmeliyim öncelikle. Bu durum Mersin edebiyat çevresince ilgi ve heyecanla karşılandı. Ve ilgili kurulla birlikte Türk edebiyatı adına yıllardır bu kıymetli katkısını sürdürmekten vazgeçmeyen MTSO'yu tebrik etmeliyim.
Peki, kimdir Murathan Mungan? Bu bir Murathan Mungan yazısıdır dostlar. Okunacaksa okunacak; zaman, bu zaman...
*****
“Mevsimin suçu yok, yokluğun soğuk! Yokluğunda her sabah bozuk bir ‘günaydın’ atıyorum çocukluğumdan kalma kumbarama. Geldiğinde sana güzel bir ‘hoş geldin’ almayı plânlıyorum” demiş mesela. Ya “Kırılgan” şiiri:
“Kırılgan bir çocuğum ben!
Yüreğim cam kırığı.
Bütün duygulardan önce öğrendim ayrılığı…
Saldırgan diyorlar bana,
Oysa kırılganım ben!
Gözyaşlarım mücevher; saklıyorum herkesten…
Ürküyorlar gözümdeki ateşten,
Ürküyorlar dilimdeki zehirden,
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen, gözü kara cesaretimden…
Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum,
Bir yanı çılgın dağ doruğu!
Oysa böyle yapmasam ben,
Nasıl korurum içimdeki çocuğu?
Bir yanım çılgın nar ağacı,
Bir yanım buz sarayı…”
*****
Ya da Atilla Özdemiroğlu’nun bestelediği, hepimizin bir zaman diline pelesenk olmuş bir Sezen Aksu şarkısındaki dizeleri:
“Hani erken inerdi karanlık,
Hani yağmur yağardı inceden,
Hani okuldan, işten dönerken;
Işıklar yanardı evlerde,
Eskidendi, çok eskiden…
Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken;
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden…
Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken;
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden…
Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden;
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden…
Şimdi ay usul, yıldızlar eski!
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden.
Geçen geçti,
Geçen geçti;
Geceyi söndür kalbim,
Geceler de gençlik gibi eskidendi,
Şimdi uykusuzluk vakti…”
*****
21 Nisan 1955’te, Mardinli bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelir Murathan Mungan. Avukat İsmail Bey’den olur, Habibe Hanım’dan doğar. İlk çocuğudur ya Mungan’ların; ilk, orta ve lise yılları Mardin’de geçer. 1972 yılında Mardin Lisesi’nden mezun olur. Ve aynı yıl yüksek tahsilini yapmak üzere Ankara’ya gider. Gidiş o gidiş. Bir daha da dönemez memleketine, Mardin’ine. Ama eserlerine hep yansıtır Mardin’i, içinden içinden hep yaşatır.
Her yaşanmışlığını, yarım kalmışlığını ya da ne bileyim aforizmalarını, yani yaşamında her türlü olayı, davranımını kelimelerle buluşturur, cümlelere bağlar da yazar ya hep yazar. Çocukluğundan gençliğe geçtiği yılları şöyle anlatır Murathan Mungan: Herkes ama herkes bir arada yaşardı bizim evde. Annemin en sevdiği yemek kapuskaydı. Halamın, “Lahana evi fena kokutuyor.” demelerini hatırlıyorum. Ve bundan dolayı annemin çok sevdiği hâlde kapuska pişirmesine pek izin vermezlerdi. Halamlar, annemin hizmetçilerle yüzgöz olmasını istemezler, ne zaman onlardan biriyle iki çift laf edecek olsa başında biterlerdi. Hatta eskiden yaptığı ev işlerinden bile uzak tutarlardı onu. “Hanımlığı öğrensin!” derlerdi, Hanım olmak kolay mı? Kızların evde olmadığı, evin tamamen bana kaldığı, sessizliğin ve yalnızlığın keyfini sürdüğüm bir gece; bilinçaltıma yerleşmiş ya, kalkıp kendime kapuska pişirdim. Bir de iyi cins bir şişe şarap açtım. O gece sofrada ikisini de fazla kaçırmış, çabucak sarhoş olmuş ve birdenbire kusmaya başlamıştım. Sabaha kadar gözümde yaşlarla, kırmızı pul biberli kapuskayla iyi cins şarap kusarken, bunların hayatımdaki kaba karşılıklarını ve içimde kusa kusa atamayacağım kadar tortunun birikmiş olduğunu düşündüm. O yıllarda yani gençlik yıllarımda; arkadaşlarla kahvelerde ‘dejenere king’ oynarken, puanları yazdığımız kâğıtlara, kendi adımızı değil, bir film adı yazar, oyun süresince de böyle anılırdık. Ben hep ‘Ankara Ekspresi’ydim. Ben kazandıkça, arkadaşlarım bunun benim marifetim olmayıp, filmin uğuru olduğunu iddia ederlerdi. Denemek amacıyla başka film adlarını kullandığım oyunları kaybettiğimdeyse, haklılıklarına iyice inanırlardı.
*****
Annesi, halası, babaannesi… Küçüklüğünden beri gözlemlediği ve içlerinde zaman harcadığı, yaşadığı kadınlar hakkında ise şöyle başlar yine bir yazısına:
“Kadınlar için hem siper hem sığınaktır mutfak.” Murathan Mungan’ı dinlemeye devam edelim: Ben bu hâllere düşecek kadın mıydım? Mutfakta herkesi doyurma telaşındayken, bir an böyle düşünür kadın. Sorgular. Kendini, yaşanmışlıklarını, nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne için bunlara katlandığını. Kocasından, çocuklarından, dünyadan kaçıp, mutfaklarına sığınan kadınlar geçti gözlerimin önünden şimdi: Omuzları düşmüş, gözleri yarı kapalı bezgin kadınlar. Onlardan biri olmak, hiç kimse için, hiç de o kadar uzak bir olasılık değil; bunu, birdenbire bir sızı gibi içimde duydum. Bir varoluş sızısı gibi ta içimde. Kaderin; kadınlara kurduğu pusular, tuzaklar sanıldığından çok daha fazlaydı. Buzdolabının sesini dinleyerek içini yatıştıran kadınlar. Mutfağın nasıl bir sığınma yeri olduğunu bilmek. Aynı salatalığı defalarca yıkamak. Çaydanlık homurtusundan şifa bulmaya çalışmak. Ya da aspiratörün ince cızırtısında kendine bir düşünce adası yaratmak. Düşüncelerini sıraya koymak için, azıcık sakinleşmek için, kafalarını toplamak için, unutmak için, hatırlamak için mutfağa girerler; erkeklerin bir anlamda çalışma masası başında yapmaya çalıştığı şeyi, kadınlar mutfak tezgâhında yapmaya çalışırlar. Ispanak ayıklarken, marul yapraklarını tek tek yıkarken, sebzeleri süzgeçten geçirirken, çorbayı karıştırırken, yemeğin altını kısarken, uzun uzun iç muhasebesi yapar, olayları gözden geçirir, karşılaşılacak kimi durumlarda verilecek yanıtları kafalarında hazırlarlar. Kimi zaman buzdolabının sesinde aranan huzurda, dış dünyanın bütün gürültüsünün, karmaşasının, tehlike ve tedirginliklerinin savuşturulma arzusu yatar.
Kadınlar; esir alındıkları yeri, korundukları yer sanırlar. Kadınlar için hem siper hem sığınaktır mutfak ve her zaman sıcak aile yuvasının içimizi ısıtan sembolü anlamına da gelmez; yaşayan ölüler haline gelmiş, kimi kadınların morgudur aynı zamanda. Toprağa verilene kadar bekledikleri yerdir. Bilirsiniz, bedenler sonra ölür. Ve ben bir yandan bütün bunları düşünürken, yine de bir an önce eve gidip, kendimi mutfağa atmak istiyorum. Çünkü hayata dair aklıma başka bir şey gelmiyor. Eve dönüş ve trafik keşmekeşine, taksinin içinin yeşil küf kıvamında sigara ekşisi kokmasına, ensesi kat kat olan ve o katların arasından beyaz kıllarla siyah et benlerinin aynı anda fışkırdığı taksi şoförünün aksırmadığı zamanlar öksürmesine, öksürmediği zamanlar tıksırmasına, onu da yapmadığı zamanlar gizli gizli burnunu karıştırmasına rağmen; yine de güzeldi. Radyo açık değildi, şarkı söylenmiyordu yani ve en önemlisi biz eve dönüyorduk. Kale kapısından muzaffer bir komutan gibi girecektim içeri. Benim için ‘bir günün sonunda arzu!’ ancak bu kadar olabilirdi.”
*****
Lisans ve yüksek lisansını Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde tamamladıktan sonra başladığı doktora çalışmasını yarım bırakır. Ankara Devlet Tiyatroları’nda altı yıl, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda üç yıl dramaturg olarak çalışır. Gazete ve dergilerdeki ilk yazılarını 1975’te yayımlayan Mungan; yazı hayatı boyunca şiir, öykü, roman, deneme, tiyatro oyunu, sinema yazısı, senaryo, masal ve şarkı sözü gibi farklı türlere ait eserler vermiş ve halen üretmeye devam etmektedir.
1980 yılında, “Mezopotamya Üçlemesi” adlı oyun üçlemesinin ilki olan “Mahmut ile Yezida” adlı ilk kitabını yayımlar. Bu oyun, Türkiye İş Bankası’nın açtığı yarışmada ikincilik ödülü alır.
Sahnelenen ilk oyunu Orhan Veli’nin şiirlerinden kurgulayarak oyunlaştırdığı "Bir Garip Orhan Veli"dir. 1981’de ilk defa sahnelenen bu oyun, 1993’te kitap olarak da basılmıştır.
1980 yılında yazdığı “Sahtiyan” adlı şiiri ile Gösteri dergisinin düzenlediği, jüri üyeliklerini Hilmi Yavuz, Edip Cansever, Melih Cevdet Anday, Cemal Süreya, Necati Cumalı gibi ustaların yaptığı ve yazın ustam şair Hüseyin Sungur'un da ilk sekizde yer aldığı 1980 Şiir Yarışması’nda birincilik ödülü alır.
1984 yılında çıkardığı “Metal” adlı şiir kitabıyla, şiir otoritelerinin ilgisini çekmiş ve 1980 kuşağının en çok okunan ve tanınan şairleri arasında ilk sıralarda yer almıştır.
Mezopotamya Üçlemesi’nin ikinci kitabı olan “Taziye” adlı oyun 1984 yılında sahnelenir. Ve bu eseriyle Ankara Sanat Kurumu tarafından yılın en iyi oyun yazarı seçilir.
*****
1985 yılında İstanbul’a taşınır. 1987’de günlük gazete olarak yayımlanan Söz gazetesinde, Kültür-Sanat Sayfası editörlüğü yapmaya başlar. Aynı yıl, “Hedda Gabler Adlı Bir Kadın” adlı öyküsü ile Haldun Taner Öykü Ödülü’nü Nedim Gürsel ile birlikte alır.
1995 yılında, yani 40 yaşına bastığında; “Murathan’95” adını verdiği, çeşitli edebiyat dallarını bir arada sunduğu bir derleme kitabı çıkarır. Buna benzer bir çalışmayı tam 10 yıl sonra, 2005 yılında, yani 50 yaşına bastığında tekrarlar. “50 Parça” adını verdiği bu kitabı yine hikâye, şiir, deneme, oyun gibi farklı edebi türden parçaları bir araya getirdiği bir çalışmadır.
Yazıları, şiirleri ve kimi kitapları bugüne kadar İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İsveççe, Norveççe, Yunanca, Fince, Boşnakça, Bulgarca, Farsça, Kürtçe ve Flamancaya çevrilerek çeşitli dergi, gazete ve antolojilerde yayımlanmıştır. 2012 Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nü kazanan yazar, Türk edebiyatında eşcinsel söylemin önde gelenlerindendir.
Şiirlerini genellikle Yeni Türkü grubu besteleyerek seslendirmiştir. Aynı zamanda Sezen Aksu başta olmak üzere, Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Mor ve Ötesi, Hümeyra gibi sanatçılar da Murathan Mungan’ın güftelerini yorumlamıştır.
Yazarın, bir tanesi filme alınan üç tane de film senaryosu vardır. “Dağınık Yatak” adlı senaryosu, 1984’te Atıf Yılmaz tarafından filme alınmıştır. “Dört Kişilik Bahçe” ve “Başkasının Hayatı” adlı senaryoları henüz filme alınmamışsa da; bu 3 farklı senaryo, 1997 yılında 3 ayrı kitap olarak yayımlanmıştır.
“Dört Kişilik Bahçe” ve “Ölümburnu” adlı senaryoları; TRT Ankara Radyosunca, radyo oyunu olarak seslendirilmiştir.
*****
“Gelmediniz, ben hep sizi bekledim!
Eksilen yanlarımla, sizden saklı eskidim…
Her şeyden önce aşk, verilmiş bir sözdü benim için.
Gün, ay, saat, hafta; takvim işi zaman yani.
Aldıkça dönemeçleri değişmedi hiçbir şey,
Yalnızca ufuklar yeniledim…
Kaç aşktan oluşmuş bir şeydi aşk!
Her sevgiliyle biraz daha,
Biraz daha sizden saklı eskidim…”
Yine bir röportajında, “Geçtiğimiz yollarla kaybettiklerimizin bize en büyük kötülüğü, kendilerini tekrar tekrar hatırlatmalarıdır.” diyor ve ekliyor ardından: Bir kere kaybetmekle kurtulamadığımız şeylerdir, o zihnimize yerleşen tekrar tekrar hatırladığımız şeyler. Yoklukları, hayatımızdaki varlıkları haline gelir. Hep, ama hep hatırlarız. Ne biçim kaybetmek bu?
Kendini ise şöyle anlatıyor Murathan Mungan: Kimini hayâl kırıklığı büyütür, beni de kıskanılmak büyüttü. Takmayacaksın, takarsan daha çok üstüne gelirler. Yürüyüp geçeceksin, hep yürüyüp geçeceksin. Ben öyle yaptım. Hep yürüdüm. Herkesin, her şeyi anlamasını bekleyemezsin. Sen yürüyüp gideceksin. Anlayan anlayacak, anlamayan anlamayacak; dünyanın hepsine yetişemezsin ki! Ki; ben, iyi yürürüm…
*****
İçindeki bitmek bilmeyen yazma serüvenini ve tutkusunu da şöyle:
“Yazmak istememin birçok nedeni vardır: Kayıt düşmek için, ödeşmek için, bağışlamak için, kendi gerçeklerinizi aktarmak için, yaşadıklarınızdan yeni bir hayat yapmak için. Bunları çoğaltabilirsiniz…
Yazı yazan birinin ilk malzemesi kendisidir. Onca kurmaca metinden sonra, günün birinde sıra kendisinin dökümüne gelir. Önemli olan, bunları yazmanın zamanı ve nasıl bir üslupla dile getireceğinizdir. Öncelikle hem yazanın, hem anıların olgunlaşması gerekir. Yazmak, ham kalmış insanların işi değildir. Böyle de yapanlar var elbet, ama bunların yazdıkları benim okuyacağım cinsten kitaplar değil. Yazan kişi, en başta kendi terapisini yapmayı başarmış biri olmalıdır bence. Kendi kazısını okura yaptırmaz yazar.
Asıl önemlisi; yazmak, özel bir ahlâk ve cesaret gerektirir. Gözetilmesi gereken birçok etik kural vardır. Sahiden yazamıyorsanız, hiç yazmazsınız olur biter. İnsan kendisine söylediği yalanlara başkalarını ortak etmek için yazmaz. Kendini yazıyla savunamayacak insanlar hakkında söz alırken de özellikle dikkatli olmak gerekir. Kendisine zalim olamayan insanların, kitaplarında başkalarını hırpalamalarını ise adil bulmam. Beni ben yapan anılarımın ve yaşanmışlıklarımın, beni hiç tanımayanlar tarafından bir roman gibi okunmasını isterim. Başımızdan geçenleri başkalarının başlarına paylaştıramıyorsak, elaleme ne bizim yaşadıklarımızdan? Bir kitap, gücünü, sahip olduğu yaşanmışlıkların ya da yarım kalmışlıklarının değeri kadar; onları edebiyatın içinden geçirebilme hünerinden de alır. Örneğin, “Paranın Cinleri” bazı yabancı dillere çevriliyor. Edebi bir değeri olmasa, elin yabancısına ne benim yaşadıklarımdan? Bir kitap her şeyi almaz. Kendince bir soluğu vardır. Bittiğinde yeni bir kitaba yer açar. Kalanlar, ikinci kitabın harcını oluşturur. Dahası, Paranın Cinleri’nden sonra bana şimdilerde Harita Metot Defteri’ni yazdıran şey, kendi hayatımda vardığım bir noktaydı. Annemi, babamı affettim. Artık yazabilirdim.
Kitap, öncelikle bir formdur. Bunun seçimine yazar karar verir. Çoğu kez yayınevi editörleri, meslekten kalem erbabı olmayan kişilere anılarını yazarken bir yöntem önerirler. Bence doğrusu da budur. İnsan zaten unutmadıklarını yazar. Kendinde iz bırakanları, yara açanları, yıllar yılı içinde taşıdıklarını. Dilinin altında beklettiklerini. Eğer yazdığınız şeye “anı” diyorsanız, elbette gerçeklere sadık kalacaksınız. Kurmacaya, süslemeye yer vermek istiyorsanız, edebiyatın diğer türleri ne güne duruyor? Ama herkesin gerçeği farklıdır diyorsanız, anılarımı yazmakta olduğum kitabın adını hatırlatırım: Ben, böyle hatırlıyorum.”
*****
“Senelerce, senelerce evveldi!
Bir deniz ülkesinde… Ve belki de;
Birbirine aktardığım defterlerin hepsinde,
Bu şiir vardı…
Senelerce, senelerce evveldi!
Biz seninle orada, o deniz ülkesinde tanıştık.
Uzak denizler, uzak yakınlıklar içinde;
Bir Kadırgada, iki korsan…
Tarih, yarın, ütopya dolu sandıklar arasında;
Birbirimizi, yaralarından tanıdık.
Biz ki; dışı korsan, içi iç denizlerde yaşayan çocuklardık…”
Biz seni çok sevdik Murathan Mungan. Kasım ayını bekliyoruz Mersinli edebiyatseverler. Bil ki; aynı senin de yaptığın gibi, şiiri an be an yaşıyor, soluyoruz...