ELVAN PEHLİVAN
Öykü ve roman türünde eserleri bulunan, İçel Sanat Kulübü Üyesi Mersinli Yazar Ali Yedigöz, yazma yolculuğunu okurlarımız için anlatırken yeni kitap projesinin de müjdesini verdi.
Okurlarımız için kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
A.Y.: 1962 Mersin doğumluyum. İlkokul, ortaokul ve liseyi Mersin’de okudum. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Bir süre özel sektörde çalıştım. Mersin’de yerel medya kuruluşlarında görev aldım. Otuz yıl Teknoloji ve Tasarım Öğretmeni olarak çalıştıktan sonra emekli oldum. Şu anda İçel Sanat Kulübü üyesiyim. Bugüne kadar yayınlanmış Kaybedilmiş Aşklar Sokağı (öykü), Gül ve Begonviller (öykü) ve Babalar Gece Ağlar (roman) adlı üç kitabım var. Şu anda yeni bir roman çalışmam devam ediyor. Bugüne kadar birçok dergide öykülerim yer aldı.
Yazma yolculuğunuz nasıl başladı? Sizi etkileyen ilk kitap hangisiydi?
A.Y.: Yazma yolculuğum lise son sınıfta başladı. O tarihte apandisit ameliyatı olmak için Mersin Devlet Hastanesi’ne yatmıştım. Kırmızı ciltli bir defterim vardı. Kaldığım koğuşta ilk öykümü yazmaya başladım. Beni yazmaya yönlendiren ortaokulda Türkçe Öğretmenim olan Nevzat Boz olmuştur. Kompozisyon yazma konusunda çok başarılıydım. Yazmayı seviyorum. En çok etkilendiğim şair ve yazarlar Orhan Veli Kanık ve Sait Faik Abasıyanık olmuştur. Onların hayata bakış tarzı, hiç bitmeyen deniz sevdası, kullandıkları sade ve akıcı dil, sıradan insanların hikayelerini abartısız bir dille okuyucuya sunmaları bende derin iz bırakmıştır. Beni etkileyen ilk kitap Sait Faik Abasıyanık’ın “Son Kuşlar” adlı öykü kitabı olmuştur. Bu kitaptaki “Haritada Bir Nokta” adlı öykü müthiş bir öyküdür bana göre. Öykü şu cümle ile biter: “Yazmasam deli olacaktım.”
Kitaplarınızın ortaya çıkış sürecinden söz eder misiniz?
A.Y.: İlk kitabım 2014 yılında yayınlanan “Kaybedilmiş Aşklar Sokağı”dır. İlk göz ağrım bu öykü kitabım olmuştur. Neden bu kadar geciktiğimi bilmiyorum. Beni bu kitabın yayınlanmasına yönelten Hakan Çelikarslan olmuştur. Kendisi çok başarılı bir Görsel Sanatlar Öğretmenidir. Ulusal çapta yayınlanan Güz Sanat Dergisi’nin de Genel Yayın Yönetmenidir. İlk öykü kitabım on sekiz öyküden oluşuyor. Öykülerimi genellikle şiirsel ve akıcı bir dille yazmaya çalışıyorum.
Size göre öykü hayatın neresindedir?
A.Y.: Bana göre öykü hayatın ta kendisidir. Öykü insan hayatına açılan bir penceredir. Öyküler insanın yüreğine dokunmalıdır. Hayattan kopuk, insanların yaşam kavgasını yansıtmayan, gerçeklere ayna tutmayan öykü değildir diye düşünüyorum. Örneğin Orhan Kemal’in öyküleri… Öykülerinde emeğin dünyasını öyle güzel yansıtmıştır ki, o öyküleri okudukça içimiz cız eder. Fabrikada çalışan işçiler, mahalledeki geçim derdi yaşayan sıradan insanlar adeta günümüze ayna tutmuştur. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Osman Şahin gibi yazarlarımız yaşadığımız bu toprakları, işçileri, köylüleri, emekçi insanlarımızı çok etkileyici bir dille anlatmışlardır.
“ÖYKÜ, TOPLUMSAL SORUNLARA PARMAK BASAN ‘SUYA SABUNA DOKUNAN’ BİR YAZMA BİÇİMİDİR”
Bir öykü yazarken öncelikleriniz nelerdir, gerçeklikten, hayattan ilham alır mısınız?
A.Y.: Ah elbette, benim öykülerimi besleyen tam da hayatın ta kendisidir. Gerçeklikten ilham alırım. Sokaktaki insanların günlük hayatlarındaki koşuşturmaları, bazen bir deniz kenarında, bazen bir pazar yerinde yaşanan diyaloglar, sokak hayvanları, doğanın o muhteşem halleri vs. bana ilham verir. Benim için de öykü toplumsal sorunlara parmak basan, insanların yaşadığı sıkıntılara değinen, “suya sabuna dokunan” bir yazma biçimidir. Yazar, kısa ve çarpıcı bir dille bir konuyu okuyucuya aktarabiliyorsa başarılıdır denebilir. Ben öykülerimde konuşur gibi sade bir dil kullanmayı seviyorum. Günlük yaşamdan kesitler sunmak, kimi zaman mizahi ögelerle sokaktaki sıradan insanların sesi olmak hoşuma gidiyor.
Okumaktan hoşlandığınız Dünya ve Türk edebiyatı yazarları kimler? Yeni dönem yazarlarından takip ettikleriniz var mı?
A.Y.: Elbette Dünya ve Türk edebiyatından takip ettiğim, okumaktan hoşlandığım çok yazar var. Hemen aklıma gelen yazarlar: Dostoyevski, Gogol, Marquez, Paul Auster, Jose Saramago, Zülfü Livaneli, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Tolstoy, Anton Çehov, Franz Kafka, Amin Maalouf, Khaled Hosseini, Stefan Zweig, Haruki Murakami, Ferid Edgü, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sait Faik Abasıyanık, Osman Şahin, Feridun Andaç, Orhan Pamuk, Oğuz Atay, Kürşat Başar, Murathan Mungan… Yeni dönem yazarlarından Kemal Varol’u çok beğeniyorum. Yine Hakan Günday, romanlarını keyifle okuduğum bir yazar. Ahmet Ümit’i yakından takip ediyorum. Zafer Köse, Fuat Sevimay ilk aklıma gelen isimler…
Yeni kitap projeleriniz olacak mı?
A.Y.: Şu anda nerdeyse bitmek üzere olan bir roman üzerinde çalışıyorum. Roman son beş yıl içinde yaşadığımız pandemi dönemini anlatıyor. Gerçekten çok sıkıntılı dönemlerden geçtik. Çok kayıplar verdik. Kovid19 hayatımızı altüst etti. Günlerce evlerimize kapandık. Sokağa çıkma yasağı vardı. Kimimiz aşı oldu, kimimiz aşılara güvenmedi. Aile içerisinde bile bunun tartışmasını aylarca yaşadık. Kısaca çok zor günler geçirdik. Adını “Nefes” olarak düşündüğüm bu roman işte bütün bu yaşadıklarımızı anlatan bir roman. Ana karakterler Aydın ve Yıldız. Aydın iki doz aşı vurulmasına rağmen iki kez virüse yakalanıyor. Nerdeyse ölümün kıyısından dönüyor. Tam bir aşı karşıtı olan Yıldız ise bağışıklık sistemini güçlü tutarak ayakta kalmayı başarıyor. Daha fazla anlatmayayım. Güzel bir roman olacağını düşünüyorum.
“SİSTEM GENÇLERİMİZİ EDEBİ DEĞERİ OLMAYAN KİTAPLAR OKUMAYA İTİYOR”
Son olarak neler eklemek istersiniz?
A.Y.: Toplum olarak kitap okuma oranımızın giderek düşmüş olması her şeyden önce bir insan olarak beni fazlasıyla düşündürüyor. Günümüzde insanlar kitap okumak yerine sosyal medyada gezinmeyi tercih ediyorlar. Henüz 1 yaşındaki bebeklerin eline cep telefonu veriyoruz. Ana okuluna ve ilkokula giden çocukların elinde cep telefonu. Anne ve babalar evde cep telefonlarını ellerinden düşürmüyorlar maalesef. Oysa evde hep beraber kitap okumaları, çocuklarına iyi örnek teşkil etmeleri gerekmiyor mu? Anne ve babasının kitap okumadığını gören bir çocuk neden kitap okusun ki? Okullarımızda da müfredat oldukça kötü. Türkçe ve edebiyat derslerinde çocuklar adeta edebiyattan soğutuluyor. Oysa bu ülkede çok iyi şair ve yazarlar var. Ders kitaplarına çağdaş edebiyatın en güzel öyküleri, denemeleri ve şiirleri konulabilir. Edebiyat dersleri gençlerin sevebileceği şekilde işlenebilir. Sınavlara yönelik bir anlayış gençlerimizi okuma kültüründen tamamen uzaklaştırmaktadır. Ne acıdır ki öğretmenlerimiz de kitap okumuyor artık. Kitap fuarlarında görüyoruz işte. Sadece üniversite yıllarında okudukları kitaplarla yetiniyorlar. Liseli gençlerimizle mizah diliyle iyi bir iletişim kurmaları gerekiyor oysa. Gençlerimiz maalesef Yaşar Kemal’i okumamış. Nazım Hikmet’in şiirlerini bilmiyor. Son zamanlarda türeyen içeriği bomboş romanları okumayı tercih ediyorlar. Kapitalist sistem reklam bombardımanı ile gençlerimizi edebi değeri olmayan kitaplar okumaya itiyor. Gençlerimize sorun lütfen, edebi değeri yüksek hangi kitapları okumuşlardır? Elbette kabahatli olan gençler değil, biz büyükler hatalıyız! Çünkü gençlerimize nitelikli bir eğitim veremiyoruz.
Daha öncede belirttiğim gibi bir eser toplumsal konulara duyarlı olmalıdır. Örneğin ben öykülerimde kadın sorunlarına değindim. Son yıllarda giderek artan kadınlara yönelik şiddet, taciz, cinayet gibi toplumsal olaylar bana göre çok önemli. “Gül ve Begonviller” adlı öykü kitabımda bu konuya kadın kahramanlarımın ağzından dikkat çekmeye çalıştım. Yine “Babalar Gece Ağlar” adlı romanımda genç bir üniversite öğrencisi Esra’nın kanserle olan mücadelesini anlattım. Biliyorsunuz ülkemizde sağlık skandalları hiç bitmiyor. Hastanelerimizin durumu ortada. Doktor hataları, yanlış teşhis ve tedavi bazen insanı ölümün kıyısına kadar götürebiliyor. Neyse ki çok iyi doktorlarımız da var. İşte bu doktorlarımızın bir dokunuşu bazen ne mucizeler yaratabiliyor. “Babalar Gece Ağlar” bütün kanser hastalarının okuması gereken bir umuda yolculuk hikayesi. Tamamen yaşanmış bir hikayeden yola çıktım. Ve yeni roman çalışmam da son yıllarda hepimizin üzerine bir kabus gibi çöken pandemi üzerine. Hala aşı tartışmaları devam ediyor. Aşıların yan etkileri ortaya çıkıyor. Gencecik insanlar kalp krizi geçirip ölüyorlar ya da beyinlerine pıhtı atıyor. Acaba yaşananlar dünya üzerindeki tehlikeli bir oyun muydu? Hepimizin sorgulaması gerekmiyor mu?
“KENTİMİZDE YAŞAYAN ŞAİR VE YAZARLARA GERÇEK ANLAMDA SAHİP ÇIKILMALI, EL UZATILMALIDIR”
Son olarak şunu söylemek isterim ki bu kentin yerel yönetimleri başta olmak üzere bütün kurumları kentimizde yaşayan şair ve yazarlara gerçek anlamda sahip çıkmalı, el uzatmalıdır. Maalesef hep ünlü, medyatik insanlara sahip çıkılıyor. Oysa bizlerin tanınmaya, tanıtılmaya ihtiyacımız var. Bir etkinlik düzenliyoruz, kimse yanımızda yok. Otuz kişi olursak seviniyoruz. Oysa belediye başkanlarını şiir, müzik, edebiyat etkinliklerimizde yanımızda görmek istiyoruz. Bu ülkede şair ve yazarlar sadece öldükten sonra mı kıymete binecekler? Ben bu kenti yazıyorum daha çok. Sokaklarını, insanlarını, doğasını, yaylasını, denizini… Örneğin ilk öykü kitabım olan “Kaybedilmiş Aşklar Sokağı”nda geçen bazı bölümler şöyle:
“… Oysa yaşadığın kentin yüzünü arıyorsun yıllardır. Yuvarlak, beyaz yüzünü… Çıkık elmacık kemiklerini okşamak istiyorsun. Denizin tuzunu avuçlarının arasına alıp sevgiyle dokunmak, kumsallarında delice savrulmak istiyorsun.
Ama yitip giden bir şeyler var. Sırtını denize dönmüş insanların yaşadığı bir kentte, çocukluğunun o mis gibi kokan narenciye bahçelerini, Akdenizle adeta seviştiğin plajlarını, çılgınca top peşinde koşturduğun kumsallarını artık bulamayacağını biliyorsun.
Giderek griye çalıyor deniz ve gökyüzü. Bir siyahlık bulaşıyor yüzüne. Bu siyahlığın yüreğine dalga dalga yayıldığını, giderek bir çığlığa dönüştüğünü anlıyorsun. Ağlamak istiyorsun. Ama ağlamak neyi değiştirir ki?
Çocukluğunun o uçsuz bucaksız sahillerinde yırtılırken düşlerin.
Çakıl taşlarına oturup yiten bir kente ağıt yakmanın artık faydasız olduğunu biliyorsun. Uçurtmaları arıyor gözlerin. Gökyüzünde özgürce dalgalanan uçurtmaları…”
Ama CNR Kitap Fuarı da dahil olmak üzere hiçbir belediye başkanı “Arkadaş sen ne yazdın? Okuyalım bakalım,” demedi! Ben öldükten sonra mı merak edip okuyacaklar? Ben otuz yıl öğretmenlik yaptım, birçok şiir dinletisi gerçekleştirdim, Mersin Şehir Tiyatrosu ilk kurucu oyuncularındanım, Orhan Veli şiirlerini yaşayarak teatral biçimde yorumlayan biriyim, kitaplar yazıyorum ama kim biliyor? Sadece sınırlı bir çevre içinde kalmaktan öteye gidemiyoruz. Çünkü tanıtım yok. Bu nedenle bu röportaj için size ve Güney Gazetesi’ne çok teşekkür ediyorum. Umarım sesimiz, çığlığımız bir nebze de olsa duyulur! Bütün okuyuculara eski bir gazete emekçisi olarak en içten sevgi ve saygılarımı sunuyorum.