“Sanat başka erkeklikleri,  başka kadınlıkları inşa edebilir” | Güney Gazetesi Mersin

“Sanat başka erkeklikleri,  başka kadınlıkları inşa edebilir”

Yazar Fatma Gülara Işık Tuğcu ile edebiyat ve tiyatroda hegemonik erkekliğin inşasını ve “başka bir edebiyatın mümkün olup olmadığını” konuştuk

 “Sanat başka erkeklikleri,  başka kadınlıkları inşa edebilir”


ABİDİN YAĞMUR

 

Fatma Gülara Işık Tuğcu, 2001 yılında Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesinden mezun oldu. Ancak bu mezuniyet ona yetmedi. Üniversite yıllarında Adana Devlet Tiyatrolarında tanıştığı tiyatro aklından hiç çıkmadı. Adana’da tiyatro yapmaya devam etti. Eğitimini bu alanda sürdürmeye, kendine yeni bir yol çizmeye karar verdi. 2008 yılında Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalında eğitime başladı. Bu bölümü bitirirken “Federico Garcia Lorca’nın Oyunlarında Kadın Karakterlerin Kadın Sorunsalı Bağlamında İncelenmesi” başlıklı bitirme tezini yazdı. Mezuniyetten sonra oyunlar yazmaya, oyun sahnelemeye, öykü yazmaya devam etti. Öğretmenlik yaptı, oyun ve öykü kitapları yayınlandı. Akademik çalışmalarını Mersin Üniversitesi Kadın Araştırmaları Merkezinde yüksek lisans yaparak sürdürdü. Tuğcu’nun yüksek lisans tezinin odağında da tiyatro ve kadınlar vardı. “Jean Genet’in Oyunlarında Cinselliğin İnşası: Balkon ve Sıkıgözetim Oyunlarında Hegemonik Erkeklik” başlıklı yüksek lisans tezi bu alandaki nadir çalışmalardan biri olarak literatüre girdi. Fatma Gülara Işık Tuğcu ile tiyatro oyunları, öyküler üzerinden kadın bakış açısını konuştuk. “Bütün edebiyatta hegemonik erkekliğin her kılcal damara nasıl sindiğini görüyoruz” diyen Tuğcu, “Ezelden böyle geldi ama sonsuza kadar böyle gitmeyecek. Sanat başka erkeklikleri, başka kadınlıkları inşa ederek ya da kadının sesini duyurarak bir empati kurulmasını, bir uzlaşma noktası bulunmasını sağlayabilir” diyor.

 

-Oyunlarınız, öykü kitabınız ve bir de akademik yayınınız var. Bu eserlerin ortak yanı nedir?

Fatma Gülâra Işık Tuğcu: Oyun kitabında 3 oyun var. Geceye Gelin, düğün gecesi işlenen bir cinayetin öyküsü. Kadın, tabu, aidiyet üzerine örülü feodal bir ailenin hikayesi. Karanlığa Fener, Haydarpaşa ile İzmit arasındaki tren seferleri vardı. Okula o trenle gider gelirdim. Orada gözlemlediğim bir işportacının öyküsünü anlatıyor. Terk edilmiş bir adam, aslında o da ağır erkeklik yüklerinden, toplumdaki maskülaniteden mustarip birisi. Satış işin bahanesi aslında, kaçan eşini arıyor. Tek kişilik bir oyun. Sevgili Mayra da bir kadın hikayesi. Eşi tarafından bir akıl hastanesine yatırılan bir kadının doktor ve hemşire ile arasında yaşananlar ve Marya’nın iç sorgusu üzerine. Hepsi her gün gazetelerde okuduğumuz bizim toplumumuzun sosyolojik gerçeklerinden oluşuyor.

 

“ÇÜNKÜ DRAMATİK OLAN ŞEY KADININ İÇİNDE DURUYOR”

 

Dramatik olanın kadın olduğunu düşünüyorum. Dramatik demek, içinde çatışmayı barındıran demek. Her şeyin düz aktığı, güllük gülistanlık olduğu bir yerden hikâye çıkmaz. Hikâye çıkması için çatışma olması gerekir. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde kadın merkezde duruyor. Çünkü dramatik olan şey kadının içinde duruyor. İnsanlaşma ve birey olma sürecinde ben anne miyim, kendim miyim? Ben eş miyim, kendim miyim diye bir yarılma başlıyor. Babasının isteğiyle, abisinin isteğiyle, annesinin isteğiyle ve onların da komşuların, akrabaların, çevrenin etkisiyle gelişmiş o normları taşımadığında ötekileştirildiğini 15 yaşında hissetmeye başlıyor kadınlar. O çocukluktan ayrılma süreci travmatik oluyor. Bazen kadınlar bunu yenebiliyor, bazen yenemiyor. Benim hikayelerimdeki kadınların bazıları bunları yeniyor, bazıları barışmaya çalışıyor. Barışmaya çalışanlar daha da ötekileştirilerek kendini bir hücrede bulabiliyor.

“BU NORMLARI KABUL ETMEMEK BAŞLI BAŞINA BİR ÇATIŞMA”

 

-Üç oyunda da kadının hallerini anlatıyorsunuz diyebilir miyiz?

Fatma Gülâra Işık Tuğcu: Toplumsal cinsiyet rolleri sadece kadını ikincilleştirmiyor. Erkeği de yüceltip ona iyi olma, güçlü olma, her şeyden sorumlu olma, bütün hayatın yükünü omuzlama rolleri yüklüyor. Karanlığa Fener’de böyle bir erkeğin hikayesini anlattım. Sendikalaşmaya çalışıyor, işten atılıyor, sonrasında eşinin terk etmesi ve toparlayamıyor sonrasında.  Aslında bu normları giymediğimizde cinsiyetimizin önemi yok. Birey olarak kendimiz olmak, insan olarak tepki vermek, bu normları kabul etmemek başlı başına bir çatışma. Toplumla çatışma. Bu yarılmadan çıkıyor hikayeler.

 

“SESİ OLMAYANLARIN SESİNİ DUYURMAK İSTEDİM”

 

-Oyunlarınızda feminist bir bakış açısı var mı? Kendinizi feminist yazar olarak tanımlıyor musunuz?

Fatma Gülâra Işık Tuğcu: Feminist bir bakış açısına sahip olduğum doğru. Ama feministlerin de kendi içlerinde çok fazla bölünmeleri, ayrışmaları var. Ben kendimi biraz daha Marksist feministlere yakın görüyorum. Yine de her zaman için böyle kategorize etmemekte fayda var diye düşünüyorum. Çünkü bazen yazdığınız bir şey oraya denk düşmeyebiliyor. Ya da ayrıksı olabiliyorsunuz. Bir yazarın ve sanatçının özerk ve bağımsız olmasının ve her şeye nesnel yaklaşmasının önüne hiçbir sıfat eklenmemeli. Çünkü bizim toplumumuzun koşulları çok farklı. O tarihsel süreç için mayalanması, geri kalmışlığı, ekonomisi, kültür düzeyi, sosyolojisi her tabanına sirayet etmiş. Kadınlığın içinde etnik kimlikler var, ekonomik sınıf ayrılıkları var. Hangisi birisinden daha önce ya da hangisi birisinden daha sonra dediğimiz zaman orada hikâyenin damarı ortaya çıkıyor. Karakterin geldiği bağlam, yaşadığı bağlam ve durum yani hangi bağlamda yaşandığı ortaya çıkıyor.

Ben hep sesi olmayanların sesini duyurmak istedim. Haklı olduğunu biliriz ama haklıların çok sesi çıkmaz. Güçlüler karşısında kendilerini ifade edemezler. Bunun birçok nedeni olabilir. Korktuğu için, işini kaybetmemek için olabilir… Soma maden katliamında eşini kaybeden bir kadın mahkemede şikayeti geri çekmişti. Neden çektin diye soruyorlar. Bana dediler ki diyor, kocanın cenazesini sana vermeyiz. Bu yükü taşımak ve bunu susmak çok ağır bir şey. Burada bir kadının öncelliği değil, bir işçinin, bir işçi eşinin durumunu önceledim. Durumdan bahsettiğim gibi. İşte o susan insanların sesini duyurmak. Hayatla ilişkim de o. Sesi olmayan insanların sesini, kendini ifade edemeyen insanların sesini duyurmak. İster istemez okumaların bu yönde geliştiği için hikayelerde ve oyunlarda da bunlar öne çıkıyor.

 

“BAZEN KADIN YAZARLAR DA ERKEK DİLİYLE KONUŞUYOR”

 

-Tiyatro oyunlarında kahramanlar genellikle erkektir. Kadın yazarlarda bile erkek daha çok öne çıkar. Sizin tiyatro ya da öykülerinizde kadınlar nasıl yer buluyor?

Fatma Gülâra Işık Tuğcu: Edebiyat ve tiyatro tarihine baktığımızda, sadece bizim değil, dünya edebiyat tarihinde de öyle. Shakespeare çok büyük bir oyun yazarıdır ama Shakespeare’in oyunlarını baştan aşağı incelesek oyunlarının ne kadar cinsiyetçi olduğunu görürüz. Macbeth cinayeti işler ama o cinayeti işleten Lady Macbeth’in  hırsı gibi gösterilir. Fitleyen hep Lady Macbeth’dir. Bütün edebiyatta o maskülaniteyi, o hegemonik erkekliğin her kılcal damara nasıl sindiğini görüyoruz. Oyun yazarlığında da böyle. Hatta bunu yapması için cinsiyetinin erkek olmasına gerek yok. Bazen kadın yazarlar da erkek diliyle konuşup erkek karakterlerini ortaya çıkarabiliyorlar. Gerçekten kadın öykülerini önceleyen, kadının derdini öne çıkaran oyun yazarları maalesef çok az. Erkek egemen dil romanda da tiyatroda da çok derinlere sızmış. Bunun zaman zaman kırıldığını görüyoruz.

Bizim ülkemizde kadının sanatla ilgilenmesi, sinemayla ilgilenmesi, bunlar bizim toplumumuzda ekonomik getirisi şaibeli olan, kadının kendi hayatından feragat ederek inançla ve inatla peşinden gitmesi gereken işler ya, bu bile başlı başına bir zorluk. Bunu yaparken de popüler olmak adına kendi kimliğini inkar etmemesi gerektiğini düşünüyorum.

-Bunu biraz açar mısınız? Kendi kimliğini inkâr etmek derken neyi kast ediyorsunuz?

Fatma Gülâra Işık Tuğcu: Elif Şafak’ın romanlarına baktığımız zaman kadının ikincilleştirilmesini görüyoruz. Bir kadın yazar, bunu nasıl yapar diyoruz. Ama işin işine farklı argümanlar, farklı beklentiler girdiğinde yazarlar bunu yapabiliyorlar maalesef.

 

“DİZİLERİN HEPSİNDE ŞİDDET VAR, HEPSİ VİLLADA GEÇİYOR”

 

-Farklı beklentiler derken kastınız eserin kabul görmesi mi?

Fatma Gülâra Işık Tuğcu: Tabi kabul görmesi, popülarite. Şimdi dizilerin hepsinde şiddet var. Hepsi villalarda geçiyor. Bu toplumda kaç insan villada yaşıyor. Bunlar bizim hikayelerimizde nereye oturuyor? Kadınların hepsi fettan, hepsi aldatan filan, bu şekilde çizilmiş. Bakıyorsunuz dizilere hep güzel kadınlar. Güzel ve şeytani kadınlar. Hayatta bir gerçekliği yok ama izlenebilirliği önceliyorlar. Senaryo ekipleri içinde de kadınlar var bunları onlar da üretiyor. Bu ülkede her gün bir kadın birebir yakınında olan erkek tarafından öldürülüyor. Bu cinayetlerin beslendiği bu algıyı, bu kültürü kırmak gerekiyor. Kimse kimsenin malı değil. Kadını eve kapatan, erkeği hayatın yükünü çekmesi gereken insan olarak biçtiğiniz de o zaman kadının tüm yaşamsal hakları üzerinde erkeğin söz hakkı olduğunu düşünürsünüz. Ataerkil sistem de bu demek zaten. Ataerkil sistem kadını, iktidar adına evdeki erkeğin egemenliğine sunuyor. Kadının hakları ev işleriyle, çocuk bakımıyla sınırlanıyor. Bu bir organizasyon. Toplumsal dinamikler var bir yandan, dinsel inanışlar var bir yandan. İşin içine kolluk kuvvetleri giriyor, uzaklaştırma kararı alınıyor, buna rağmen insanlar yaklaşıp bunu yapabiliyorlar, o zaman kolluk kuvvetleri de ekarte edilmiş oluyor. Yargının karşısına çıkıyorlar, iyi hal indirimiyle cezalar düşüyor. Komplike bir yapının içinden baktığımızda evet sanat bunları değiştirebilir. Ezelden böyle geldi ama sonsuza kadar böyle gitmeyecek. Sanat başka erkeklikleri, başka kadınlıkları inşa ederek ya da kadının seslerini duyurarak bir empati kurulmasını, bir uzlaşma noktası bulunmasını sağlayabilir.

-Kadın hareketinin içinden gelen biri misiniz? Yoksa sanat yaşamı içinde mi bu düşünceleriniz olgunlaştı?

Fatma Gülâra Işık Tuğcu: Feminist hareket içinde birebir aktivist olarak yer almadım. Ama okumaların o yönde gelişti.  İstanbul’dan Mersin’e gelince yüksek lisans yapacağım alan Kadın Araştırmaları Anabilim Dalıydı. Yüksek lisans eğitimi sırasında yaptığım okumalar sayesinde tiyatrodaki cinsiyetçiliği daha iyi fark ettim.

-Türkiye’de güçlenme potansiyeli olan bir kadın hareketi var. Bu hareket sanatı şekillendirebiliyor mu? Etki edebiliyor mu?

Fatma Gülâra Işık Tuğcu: Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki kazanılmış haklar konusunda bile geri adım atıldığı bir noktadayız. Kitle örgütleri de işlevsizleştiler. Muhalefetin ön açıcı olmaması da bu süreci kolaylaştırdı.

“CİNSİYETÇİLİKTEN, GERİCİLİKTEN Mİ BESLENECEĞİZ? YOKSA RÜZGARI KARŞIMIZA MI ALACAĞIZ?”

 

-Tiyatronun böyle bir kaygısı var mı? Sizin taşıdığınız bu kaygıyı özel tiyatrolar, belediye tiyatroları, devlet tiyatroları taşıyor mu?

Fatma Gülâra Işık Tuğcu: Umuyorum ki öyle bir dertleri vardır. Yani olmaması tuhaf. Sadece gişe oyunları oynarsanız insanları toplarsınız ama insanların yüzyıllardır süregelen toplumsal anlayışlarından, cinsiyetçiliklerinden, gericiliklerinden mi besleneceğiz yoksa rüzgarı karşımıza alarak toplumu bir adım öne taşımaya mı çalışacağız. Devlet tiyatroları ekonomik anlamda sıkıntıları olmayan tiyatrolar. Repertuarlarına baktığınız zaman güzel oyunlar sergileniyor. Ama dramaturji kurulları yerli yazarlara daha az yer veriyorlar. Adı çıkmış, bilinen, seyirci bulmakta zorlanmayacakları oyunları seçiyorlar. Yeni yazarlara şans verilmiyor. Maalesef kafakol ilişkilerine, isim yapmış mı buna bakıyorlar. İstanbul’da feminist tiyatrolar var ama orada bakıyorsun yönetmeni oyun yazıyor. Kendisi oyun yazıyor, kendisi sahneliyor. Yani bir yazara telif ücreti vermekten imtina ediyor.

-Feminist yazarlar, feminist sinemacılar, feminist tiyatrocular arasında bir dayanışma ağı var mı? Yoksa daha çok bireysel mi?

Fatma Gülâra Işık Tuğcu: Daha çok bireysel. Varsa da ben bilmiyorum. Örgütlü bir çaba yok.

 

GENET OYUNLARINDA HEGEMONİK ERKEKLİK ÜZERİNE TEZ YAZDI

 

- Jean Genet Oyunlarında Cinselliğin İnşası: Balkon ve Sıkıgözetim Oyununlarında Hegemonik Erkeklik” eseriniz üzerine konuşalım biraz da. Bu bir akademik çalışma sanıyorum.

Jean Genet çok dipten gelen yazarlardan biri. Babasının kim olduğu bilinmiyor. Annesi seks işçisi bir kadın. 6 ay baktıktan sonra Fransa’da bir aileye veriyor. Genet Fransa’da yetimhanede büyüyor. Tarım işçi olarak çalıştırılmak üzere evlat ediniliyor. Defalarca kaçıyor. Hapse giriyor ve hapishanede yazmaya başlıyor. Hapishaneden çıktıktan sonra yazdıkları hep cinsiyet hiyerarşisi ve iktidarın insanların elinde nasıl bir güç oyuncağına dönüştüğü üzerine. Ben de Kadın Araştırmaları Anabilim Dalında yüksek lisans yaparken Genet’in oyunlarının incelenmeye uygun olduğunu gördüm. İki oyunla sınırladık: Balkon ve Sıkıyönetim… Zor bir çalışmaydı. Çok emek verdim. Önce kuramsal çerçeveyi anlattım. Bedenin inşası, erkekliğin inşası, iktidar…. Ardından absürt tiyatronun gelişimini anlattım ve oyunları inceledim.

-Türk tiyatro yazınından neden böyle bir çalışma yapmadınız? Sizden önce böyle bir çalışma var mı Türk tiyatrosuna dair?

Türk tiyatrosunda incelemeler var ama dramaturji anlamında tiyatro ile çerçevelenmiş düzeyde kalıyor. Benim çalışmamın özgünlüğü şu: Sosyal bilimlerle, feminist kuramla, Micheal Foucault’un ayracıyla Genet oyunlarının incelenmediğini düşünüyorum.

Genet’in diğer oyunlarını da katıp toplu bir Genet çalışması yapmak isterim. Mesela bu kitabın ikinci cildi Zenciler, Paravanlar, Hizmetçiler oyunları üzerinden cinsiyetin inşasını irdelemek istiyorum.