Metin ALTIOK - İdil SABAHGİL
Kapitalizmin kriziyle birlikte küresel ticaret savaşlarında giderek artan rekabet ABD Başkanı Trump gelinen noktada Çin’e giderek daha sert hamleler yapmasına neden oluyor. Bu hamleler dış ticaret politikası hamleleri olmaktan çıkıp, dünya ekonomisinde yeni bir dönemin başlatılabileceğinin ilanı gibi. ABD’nin Çin’e karşı gümrük tarifelerini %125 yükseltme hamleleri, kapitalist sistemin neresinde yer alır? Yoksa ABD’nin dış ticarette etkin tarife oranını arttırması neo-merkantilizmin yeniden yükselişi mi?
Küresel neoliberalizmle başlangıçta kapitalist sistemli uyumlu görünebilecek olan vergi indirimi hamlesi; yatırım teşviği, şirket karlarının artışı ve iktisadi büyüme artışı gibi sonuçlarla, serbest piyasa ekonomisinin doğal seyrinde oluşacak iktisadi gelişmelermiş gibi bir algı oluşturmuştur. Fakat bu hamleler neo merkantilist bir düşünceyle desteklenirse, kapitalist sistem içerisindeki gerilim artışına yol açacaktır. Yani neo-merkantilist bir düşüncenin kapitalist sistemde yankıları neler olabilir?
Neo-merkantilizm ile kapitalizm, madalyonun iki farklı yüzüdür. Merkantilistler, dış ticaret fazlası vererek ulusal servetlerini geliştirmeyi hedef alırken; Neo-merkantilistler, devletin ulusal faydalarını her şeyden üstün tuttuğu, iktisadi müdahalelerde bulunup, ödemeler bilançosunu denetleyerek kontrol altında tuttuğu bir sistemdir. Yani merkantilist bir düzen sadece net ihracat üzerinden değerlendirme yapar, neo-merkantilizm ise cari işlemler dengesi, yani sadece dış ticarete konu mal ve hizmetleri değil, aynı zamanda sermaye gelirleri ve sermaye transferlerini de içerir. Bu anlayışta ihracatına güvenen devletler; sermaye transferleriyle, vergilerle güç kaybediyorsa derin bir yara alabileceğine işarettir. Trump’ın korumacı politikaları ve gümrük tarifeleri göz önüne alındığında sadece kendi ihracatını yükseltmeyi değil, Çin’in artış gösteren üretim gücüne karşı da bir ekonomik kalkan oluşturmayı hedefleyerek, milliyetçi neo-merkantilist yaklaşımını tüm dünyaya göstermiştir. Bu süreç yerli üretim artışı, dış bağımlılığın azalması ve sermaye akışını yönlendirme hedeflerini içermektedir. Peki, geçmişte serbest ticaretin savunucuları olan ülkeler bugün bu ticaret rejimini kendi elleriyle mi yıkıyorlar? Ne oldu da “sınırların kalkabileceğini” vaad eden küresel kapitalizmden, yeniden otokratik ilişkilere geri dönüldü?
"Refahı üretecek kudret, refahın bizatihi kendisinden daha önemlidir." Sözüyle tanınan, 19. yüzyılın en tanınmış ekonomistlerinden Friedrich List serbest ticaretin zayıf ülkeler için tehlikeli olduğunu ve bu süreçte gelişmekte/az gelişmiş ülkelerin sanayileşmesi ve kendi üretimlerini artırmaları gereğini savunmuştur. Tam da Trump’ın gümrük tarifeleri List’in yerli üretim teşviki ve uluslararası rekabeti sınırlamasını önümüze koyuyor. Temelde politikaların altında yatan vergi tarifeleri, yerli üretim teşviki ve ithalatın zorlaştırılması, kapitalizmin temel taşlarından serbest ticareti de baltalıyor. Bu döngü içerisinde List’in de sözüne binaen, ABD tarafında ucuz Çin mallarıyla piyasa bolluğu yaratılmış olsa da kritik ticari noktalarda dışa bağımlılık oluşması söz konusuydu. Bu söze göre de bir ülkenin kendi üretim altyapısını güçlendirerek, daha uzun ömürlü bir refah elde edeceğini ifade etmişti. Aslında bu hamle Trump’ın Amerikan üretim kapasitesini tekrar yapılandırma çabasıdır. Peki, bu tür politikalar uygulanırken, üretim faktörlerinin değeri ile toplumsal emek değeri arası farklar nasıl değişim gösterir?
Şirket kârlarını artırarak sermaye ve işgücü gibi üretim faktörlerini etkileyen vergi indirimlerinin; mal ve hizmet üretimi için sarf edilen toplam emek miktarıyla yani toplumsal emek değeri ile doğrudan bir ilişkisi yoktur. Yani Trump’ın vergi indirimleri şirketlere kâr olarak dönse ve doğrudan üretim faktörlerini etkilese de; bir mal ve hizmet üretimine harcanan emeği yani toplumsal emek değerini direkt etkilemez. Bu da kapitalist bir düzende çelişki yaratmaktadır. Kısa vadeli olumlu sonuçlar verse de, uzun dönemde toplumsal emek faktörünü geriye düşürürse iktisadi dengesizlik söz konusu olabilir.
Kartların yeniden dağıtılacağı, ekonomik egemenlerin kim olduğu sorgusunun sinyallerinin güçlendiği bir sürece giriyoruz. Çin ve ABD arasındaki teknolojik açığın kapanması aralarındaki gerilimi oldukça artırıyor. Gümrük savaşlarıyla birlikte, 1990’lardan beri süren tamamlayıcılık ilişkilerini kaybederek teknolojik olarak ayrışan ve bloklaşmış politikalara evrilme olasılıkları oldukça yüksektir. Günümüzde uygulanan neo-merkantilist uygulamalar, sadece geçici politika değişimleri değil yeni bir güç hegemonyası oluşturacak gibi görünüyor. Bu noktada geçiş sürecindeki aktörler sadece refahı değil, üretimde gücün kimde olacağını da etkileyecektir.