Türkiye, yüzyıllardır dünyanın en bereketli coğrafyalarından biri olarak anılır. Ancak son 20 yılda yaşanan dönüşüm, bu bereketin halkın sofrasına aynı güçle yansımadığını açık biçimde gösteriyor. Resmi veriler, tarımın milli gelirdeki yerinin giderek küçüldüğünü, tarımsal istihdamın eridiğini ve politika tercihleri nedeniyle ülkenin stratejik bir üretim alanında kırılganlaştığını ortaya koyuyor. Bugün market raflarında oluşan fiyatlar, aslında tarladaki üretimle değil, tarıma verilen öncelik ve uygulanan politikalarla şekilleniyor.
2000’li yılların başında tarımın GSYH içindeki payı yaklaşık %10 düzeyindeydi. Aradan geçen yirmi yılda bu oran %5–6 bandına geriledi. Yani tarım, ekonomik yapının yarı yarıya kenarına itildi. Aynı dönemde sektördeki istihdam da dramatik biçimde düştü: 2000 yılında çalışan nüfusun üçte biri tarımdayken bugün bu oran %15’in altına indi. Bu tablo, üretim gücünün sadece azalmasını değil, kırsal yaşamın çözülmesini, toprakla bağı olan kesimlerin hızla kentlere göç etmesini ve toplumsal dokunun değişmesini de ifade ediyor.
Destek rakamları nominal olarak artsa da sektörel küçülme gerçeğini değiştirmiyor. Çiftçiye verilen maddi destekler 20 yılda katlanarak yükselmiş görünse de verimlilik, modernizasyon, sulama altyapısı ve toprak politikaları gibi yapısal konularda kayda değer bir ilerleme sağlanamadı. Parçalı arazi yapısı, yetersiz kooperatifleşme, teknolojik erişim eksikliği, su yönetimindeki sorunlar ve iklim değişikliğinin etkileri üretim kapasitesini baskılamaya devam ediyor. Bu nedenle destek artışı, tarımsal gücü büyütmeye değil, çoğu zaman yalnızca mevcut kaybı telafi etmeye hizmet ediyor.
İşin çarpıcı tarafı şu: Türkiye, dönem dönem tarımsal üretimini ve ihracatını artıran bir ülke. Buna rağmen halkın mutfağındaki yük hafiflemiyor, fiyatlar düşmüyor, gıda enflasyonu kronikleşiyor. Çünkü üretim artışı katma değere dönüşmüyor; çiftçi emeğinin karşılığını alamıyor, tarımın milli gelirden aldığı pay küçülüyor. Sonuçta, üreticinin kazancı düşerken tüketicinin ödediği fiyat artıyor. Toprak üretiyor ama bereket topluma eşit dağılmıyor.
Tüm bu göstergeler, Türkiye’nin tarıma hak ettiği stratejik önemi vermediğini açıkça ortaya koyuyor. Oysa tarım, yalnızca ekonomik bir sektör değil; gıda güvenliğinin, toplumsal istikrarın, kırsal kültürün ve ulusal bağımsızlığın temel unsurlarından biri. Modern sulama altyapısı, güçlü kooperatif yapıları, bütünleşik tarımsal pazarlama zincirleri, büyük ölçekli verimli işletmeler ve teknoloji odaklı bir üretim stratejisi hayata geçirilmediği sürece bu kıtlık hissi devam edecek.
Sonuç değişmiyor: Bereketli topraklara sahibiz ancak kıtlığı yaşayan bir ülke hâline geldik. Sorun toprağın verimsizliği değil; tarımın uzun vadeli bir ulusal politika olarak görülmemesi. Eğer Türkiye, bu alandaki erimeyi durdurmazsa geleceğin en temel krizinin adı gıda, merkezinin ise kendi toprağı olması kaçınılmaz görünüyor.