BOŞ DOLAPLAR
Yalnızlık, sessizlik, mahremiyet… Taşrada bir genç kadın…
Can yayınlarından basılan “Boş Dolaplar” (Les Armoires Vides) romanıyla hayatıma giren ve uzun süre çıkmayacak olan Annie Ernoux, gerçekçi ve sert diliyle ilk andan itibaren beni etkisi altına almayı kolayca başardı.
Nobel ödüllü Fransız yazar Annie Ernoux, ilk edebi çıkışını 1974’te kendi yasadışı kürtajının kurgusal bir anlatımı olan Boş Dolaplar ile yapmıştır. Roman kürtaj yaptıran genç bir üniversite öğrencisinin tek başına yurt odasında çocukluğuna gitmesiyle başlar. İç monolog olarak yazılan Boş Dolaplar toplumsal kökenleri nedeniyle aşağılanma yaşayan Denis Lesur adlı genç bir kızın kendi sosyal statüsünü bulmaya çalışması ve ait olma mücadelesi üzerinden toplumsal sınıf farkının ortaya çıkardığı, işçi ve burjuvazi sınıfının çocukluktan genç bir yetişkine kadar olan süreçte özellikle kadınları nasıl etkilediğini çok çarpıcı bir dille anlatıyor.
Savaş sonrası Fransa’nın toplumsal sınıf farkının gerçekliğini gözle önüne seren kitap 1974’de yayınlanırken, Annie Ernoux çalışmasında sadece kendi deneyimlerinden bahsetmekle kalmaz, aynı zamanda dönemin kadınlarının da en kişisel ve mahrem deneyimlerini de sert ve gerçekçi bir şekilde keşfeder. Kadınların kendi aralarında gizlice konuştukları cinselliği ve kürtajı, gerçek bir dille yazarak tüm kuralları bozar. Denise Lesur karakteri içine kendini gizleyen Ernoux, toplumun gözleri üzerinde kendini nasıl konumlandırdığı ve toplumun onu nasıl gördüğünü gösterir. Doğduğumuz gün kültürel çevremiz, ailemiz ve onların sosyal yapıları bizi şekillendirmeye başlar. Bireysel yaşamlarımızı toplumsal hayattan ayrı düşünebilmek neredeyse imkânsızdır. Geçmişten bugüne kadınların bedenleri üzerinden yapılan baskının toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden yapılması ne yazık ki değişmeyen gerçekliktir. Kız çocukları ve kadınların erkek egemen toplumda kendi hazları ve isteklerini keşfetmesi, kendi bedenini ve kadın oluşu tanıması kolayca öğrenilecek bir oluşum değil. Kadın olarak kendini keşfetmekle başlayan yolculuğun, sınıf farkının birey üzerinde çoğalan baskısını gözler önüne seriyor. Toplumsal sınıf atlamanın daha iyi bir varoluşa götürebileceği arzusu kendisi gibi olmayan ne varsa hayatından silmek istemesine yol açar. Lesur’un kendini geliştirerek cehalet ve pislikten rahatsız olmaya başlayıp toplumsal statü ve ait olduğu sınıf arasında kaldığına tanık olduğumuzun en çarpıcı örneği anne ve babasının yoksulluğunu tenine yapışmış bir pislik olarak gördüğünü yazdığı satırlardır.
Kitap, taşrada yaşayan genç bir kadını toplumsal cinsiyet kuralları ve kendi varlığıyla yüzleştiriyor. İçine düştüğü sınıfsal geçmişinden çaresizce kaçma arzusu, toplumsal ayrım ve kadın imgesinin travmatik etkilerinin sonuçlarını yaşayan her kadının hikâyesini sansürsüz bir şekilde paylaşıyor. Çocukluktan itibaren hayatımıza zorla giren “günah” kavramı kadınların kendilerini tanımamasına ve kendi bedenlerinden korkarak özgürlüklerini yaşayamamasına sebep olurken, Denise Lesur karakteri hayatımıza girmesiyle “günahkâr kız” hikâyelerinden çok farklı, kendi hazlarından vazgeçmeyen kendisini arzularıyla var eden önemli bir kadın figürü yaratıyor. Söz sahibi erkeklerin olduğu bu dünyada yaşarken kadınların kendi hikâyeleri ve dünyalarından cesurca bahsedilmesi çok büyük bir önem taşır. Ernoux erkek egemen dünyada ve edebiyatında kadın benliğini ortaya koyarak yazmanın ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Kitabın ilk sayfalarında yaşadığı sorunla başa çıkarken şöyle bahseder: “Doğumdan düğüne, ölüm döşeğine kadar her duruma dair mutlaka bir dua var; kaçak bir kürtajcıya giden yirmi yaşında bir kız hakkında, dönüşte yolda yürürken, kendini yatağa atarken aklından geçenler hakkında da bir tane olmalıydı. Tekrar tekrar okurdum onu. Kitaplar dilsiz bu konuda…”
Sessizce anlatılan hatta hiç konuşulmayan kadın hikâyelerini korkusuz ve çok açık bir şekilde dünyayla paylaşarak yalnızlık hissinin yerini kalabalıklara bırakan Ernoux’a hayran kalmamak mümkün değil.