KENT VE BİREY
Kent halkının bilgisizliği ve gelişmemiş eğilimleri, politik amaçlar ve para oligarşisi için desteklenir.
Kent yaşamı aynı zamanda toplumun bir yansımasıdır. Kent insanlarının yoksulluğunu, zenginliğini, kültürel düzeyini, ekonomisini, estetik duyarlığını, köylülüğünü, davranış biçimlerini yansıtır.
Bir kentin kirliliğinden salt belediyelerin temizlik görevlileri değil, o kentte yaşayan ve kirliliği yaratan biz insanlar da sorumluyuz
Yaşanabilir bir kent için işlevsellik, fiziksel ve estetik boyutlar önemli kuşkusuz. Ama yıllar içinde kentler de değişti. İnsanlar, topluluklar, etkileşimler, bunların yanında kentlerin ruhu da. Bazı mekanların ortadan kalkmış olduğunu ise ancak aradan epey zaman geçtikten sonra ayrımsayabiliyoruz.
Toplumun kentlileşerek çağdaş, ortak yaşamaya özgü birikim ve davranış biçimleri kazanmasını sağlamak yerine, sistemli olarak pompalanan tüketim furyasının edilgen bir ögesine dönüştürülmesi yeğleniyor. “Kısmet” gecekondu mahallelerinin teselli, avuntu sözcüğüymüş.
Gönül ister ki; çarkları durmaksızın işlese de, insanları yutan bir mekanizmaya dönüşmesin kentlerimiz.
Kent ve Ben
Yanlışlıkların düzeltilmesi çok uzun bir zaman alıyorsa, kendini bu kente ait bir insan olarak duyumsayamıyorsan, caddelerin de çığlıkları vardır; bilirsin, duyarsın.
Kaldırımda karşılaştığın bazı insanlar sana yol vermezler, sana çarptıkları zaman da özür dilemezler. En pahalı otomobillerin motorlarından çıkan homurtuları dinlemek lüksü düşüyor bizim payımıza yalnızca. Otobüs durakları ve mağazaların önündeki kaldırımlar, fazla rahatsız edilmeden özgürce en çok dikilebileceğimiz yerler.
Otobüs yazıhanelerinin önünde, hiçbir kente ve hiçbir yerleşim birimine, hatta herhangi bir köye bile ait olmayan insanlar bekleşirler. Neler düşündüklerini, neleri özlediklerini asla kestirmezsiniz. Hiç olmayan şehirlerde hiç bulunmamış insanlardır aradıkları belki de.
Yabancılaşan şehir ve bir şehire yabancılaşmak yorar insanı, hırpalar. Oysa dünya buzdan bir küre değil ki. Değişmez bir kuraldır: Herkes kaldırımın kendisiyle ilgili bölümünü süpürür, temizler, yıkar. Fazlasını değil. Görüyorsunuz; hiçbirimiz güçlü bir rüzgarın okuduğu kadar hızlı bir biçimde okuyamıyoruz kitapları.
Terk edilmiş arsalarda terk edilmiş otomobiller. Okunmamış iletiler bekleyip duruyor sosyal medya mesaj kutucuklarında, okunsalar bile hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Hep aynı insanlardır bilirsin insanlara hiçbir çekince duymadan lakaplarıyla hitap edenler ara sokaklarda.
Yakınlarını artık kendine yakın hissedememek… Bazı insanların inatla sana yakın olmaya çalışmaları da yorar, bıktırır, yıldırır insanı. Yılgın, yalnız, umarsız. Bu kent o denli çok şey koparıp aldı ki bizden… Yüreğimizi delen ok, içinde bulunmayı en çok istediğimiz yürekten gelir.
Yaşadığımız kente nasıl dönüştü bu kent? Bu kent sürekli olarak biz insanlara öğütler, dersler veriyor ibretlik, ancak kendisi sözünde durmuyor. Mavi gökyüzüne benim için güzel bir uçurtma bıraktı, ama benim kolum yetişmedi. Bir tek denizin çalkalanan suları anlar bizi.
O derin yalnızlığınla denizin kıyısına oturursun ve usul usul şıpırdayan mavi sulara bakarsın. Ama tek sen değilsin ki rüzgarların gözyaşlarını duyan.