Yetmiyor Bildiklerim
Yazmak her zaman şifa vermiştir ruhuma. İnsanın zehrini alır, ılık ve sakin bir his bırakır. Oturursun masanın başına, kafan kazan gibidir, kalbin sıkışır sanki…
“Şimdi ne yazcam yahu?” derken, karaladıkların saçma sapan gelse de bi bakmışsın yüreğin rahatlamış gibi.
Gel gör ki son zamanlarda yazarak iyileşemiyorum. Öyle ağır ki yaşadıklarımız, hangi ifadeyi kullansam eksik hissediyorum. O kadar bahtsız bir döneme denk gelmişiz ki bize reva görülenlere ağız dolusu küfür etsem bile hafifleyemiyorum.
Pek ünlü sözdeki gibi:
“Bu dünya hassas kalplilerin cehennemidir.”
*
Aynı anda ne çok amansız sorunla uğraşıyoruz bi düşünsenize!
Bir yanda ekonomik kriz, buhran hatta yıkıma evrilmişken yangın, doğal afet ve her türlü felaket karşısında korkarak, çaresizce yaşıyoruz.
Öte tarafta kutsanmış cehaletle mücadele ederken, çağımızın karton kahramanlarının çatışmalarına tanıklık ediyor, ‘örgütlü kötülük akımına’ kapılmamak için mayın tarlasında yürürcesine hayatımızı devam ettirmeye çalışıyoruz.
Hani, “Ayakta vurulanların kadim, acımasız toprakları…” demiş ya yazar, işte öyle bir şey.
Dostoyevski ise “Bu devir, sıradan insanların en parlak zamanı. Duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin ve hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir!” diye yazmış.
Sanki Fyodor Dostoyevski, 1800’lerde değil 2000’lerde yaşamış ve 60 yıllık kısacık ömrünü Rusya yerine Ortadoğu topraklarında tamamlamış. O denli gerçek, o kadar bizi tarifliyor.
Düşünsenize son on yılda yaşadıklarımızı dizi veya film yapmaya kalksak ‘abartı’ denir, gerçekdışı bulunur. Hâliyle o zaman “Gel sen ne çektiğimizi bir de bize sor!” cevabı kaçınılmaz olur.
*
Şöyle bir canlandırın zihninizde:
Hak arayanlar, sözünü sakınmayanlar hapiste.
Ona buna sataşıp milleti yumruklayanlar mecliste….
Çalışıp emek verenler, yoklukla, açlıkla sınavda.
Sahtekarlar, dolandırıcılar altın tozlu kahve içerken tik tok’ta, siyaset yapmaya çalışanlar kodeste.
“Hayatımda hiç tüzük okumadım” diyenler bakanlık koltuğunda.
Üniversite mezunları en asgarisinden maaş bulamaz durumda.
Uyuşturucu tacirleri saraylarda, yatlarda.
İllegal kocalarına sırtını yaslayan botokslu ablalar kafe ve restoranlarda.
Aydınlar, liyakatliler iş bulma kuyruklarında.
Narinler mezarda. Caniler, siyasetçi görünümlü yer altı dünyasının korunaklı alanında.
Kadınlar şiddet sarmalında. Tacizciler, sapıklar, dayakçılar sokaklarda.
Son kullanım tarihi ve içi geçmiş politikacılar kürsülerde. Taze kanlar hücrelerde.
*
Oldukça fantastik geldi, değil mi?
Dünya üzerinde bu kadar sorunla aynı anda boğuşan başka bir ülke var mı bilmiyorum.
Ayrıca hiç sanmıyorum.
Eskiden fıstık gibi(!) dertlerimiz varmış meğer. Kıymetini bilememişiz.
Pazartesi günlerini problem zannedip başına sendrom eklemişiz. Tatil dönüşlerini milli sorun hâline getirmişiz. Sonbahara hüznü yakıştırıp melankolik triplere girmişiz. Yani dertsiz başımıza dert icat etmişiz.
Olmaz ya, eğer bir gün bu memlekette işler yoluna girer, hayat normal akışa geçerse, ne tatil dönüşleri bizi mutsuz edebilir ne pazartesi günleri moralimizi bozabilir ne de sonbahar hüzünlü gelir.
Evelallah hepsine idmanlıyız cümleten.
*
İnsanlık tarihi boyunca yapılan araştırmalar ortaya koymuş ki, “her yüzyılda bir görülen salgın hastalık felaketinden yaklaşık 2 yıl sonra, kitlelerde psikolojik sorunlar had safhaya çıkmış.”
Gazeteler en çok ‘çıldırdı’ başlığını kullanmış.
Tıpkı bugün gibi.
Doğal afetlerin biri gidip diğeri kapıdayken, dışarıda da gereksiz asabiyet, lüzumsuz saldırganlık ve mantık dışı pahalılıkla boğuşup eve canımızı zor atıyoruz. Korunaklı alanımızdan çıkmak istemiyoruz.
Üstüne üstük haberler kasvetli, siyaset şiddetli, magazin saldırgan, sosyal medya linçli, diziler dertli, kuşak programlar bastırılmış cinsellik yüklü.
Kalabalık arttıkça yalnızlık büyüdü.
İnsanlar iyice kendi içine sıkıştı.
Çaresizlik öyle derinleşti ki çığlık atmak, skandal yaratmak tek çare oldu.
Sadece bilinir olmak yetti, nasıl bilindiğinin anlamı kalmadı.
Çok bağıran, kendini görünür saydı.
Meydan, küsen, yanlış anlayan, saldırgan, iletişim becerisi gelişmemiş, bencil, dikkati dağınık tiplere kaldı.
Sakinliği koruyabilmek yaşamsal sorumluluğa dönüştü.
Şikâyet, iftira, linç, ötekileştirme, kavga, şiddet sıradanlaştı.
Yani diyeceğim o ki, ağzımızın tadı çoktan kaçtı.
Neşemiz, kahkahamız, umudumuz hepten yarım kaldı.
O zaman bu yazıyı Can Yücel’le bitirmek de şart oldu:
“ Ne yormak istedim seni
Ne de yormak kendimi…
Çok çalıştım; gitmeye de kalmaya da…
İkisi de aynı acı, ikisi de rezil.
Daha önce de gitmiştim
ama böyle kalarak değil.
Yormak istemiyorum artık kimseyi
Yorgunum zira…
Kelimeleri yan yana getiresim yok
kendimi anlatmak için.
Hiç söylenmemiş sözler duymaya,
ve yeni cümleler kurmaya ihtiyacım var.
Yetmiyor bildiklerim…”