Meliha Boran | Kaygı performansı | Güney Gazetesi Mersin
Meliha Boran

Meliha Boran

Kaygı performansı


   ‘Türkiye’de 2000 Sonrası Tiyatro’ hakkında değerlendirme yazmak için masabaşına oturduğumda daha yazmaya başlamadan kaygım beni o kadar içine aldı ki; karşılaşmaların, tanışmaların yahut sadece denk gelişlerin yansımaları olarak aklımda yer edinmiş kültür-sanat üretimleriyle yaşadığım etkileşim üzerinden yazımı kurgulamaya karar verdim.

     Son zamanlarda sık sık hem kurgusal hem gerçek psikolojik zorluk çekme hikâyeleri dinliyorum. Birçok insanı çepeçevre saran duygu, endişe. Üzerine bir şeyler inşa etmenin hayli zor olduğu toplumsal psikolojinin tiyatro sanatında yarattığı iki sonuç üzerine konuşmak istiyorum: Travma hikâyeleri ve taşrada boşluk (yazımın sübjektif değerlendirmelerle dolu olacağını söylemem gerekir).

      Girizgahı İstanbul’da alternatif tiyatrolarla cisimleşmiş, özellikle Gezi Direnişi’nden sonra sıkça karşımıza çıkan tek kişilik hikâye anlatılarıyla yapmak istiyorum. Tek kişilik anlatılarda/performanslarda karşılaştığım ve en derin bağlantıyı kurabildiğim kavram ‘görülmek’. Benimsenmeyen, kaygılı, ötekileştirilen hatta ötekilerce ötekileştirilen karakterlerin belleğinin sunumu yani toplumun yarattığı ‘tutunamayanlar’ın kişisel deneyimlerinden bize sunulan bir Türkiye panoramasıdır. Biz seyir halindeyken karakter(ler)in travmalarıyla bağ kurarız çünkü travmaların sebepleriyle her an karşı karşıyayızdır. Bir yandan gündelik deneyimlerimizin çağrışımlarında geziniriz bir yandan tetiklenmiş halimizle donakalırız. Çünkü bireysel bir acı çekiş, yok oluş veya iyileşme hali seyrederiz. Yıkma ve yaratma arzumuzun yerini ‘görünme’ arzusu ele geçirdiğini fark etmeden belki de. Öyle ki yıllar içinde de biricikliğimizin bizi iyi edeceğine ve ‘iyi hissetme’ halinin başat amaç olduğuna bir şekilde inandırıldık. Biz gerçekten başka dünyayı kurabiliyor muyuz?

     İkinci sonucu kültürel üretimin taşralarıyla açmak istiyorum: İstanbul, Ankara gibi şehirlerin dışında kalanlarla. Kaynak tararken neredeyse hiç güncel araştırma bulamamam hem üzücü hem anlaşılır. Üstelik bırakın taşrayı İstanbul’da dahi üretim birkaç ilçeye sıkışmış halde. Tabii bu başka yazının konusu. Ancak sadece sanat alıcısı olarak söylemem gerekir ki, yapılan araştırmaların birkaç şehir dışında gerçekliğini görmek maalesef mümkün değil. Yerel tiyatrolar sezonu birkaç defa doldurabildikleri sahnelerle kapatırken hasbelkader denk geldiği turnelerle karşılaşma yaşayabiliyor. Antalya, Adana, Diyarbakır gibi görece büyük şehirlerde varlığını sürdüren Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi gibi kurumlar şehri gelişen dinamikte tutmak için yeterli olmuyor. Sonucun tek sebebi üvey evlat muamelesi gören Anadolu ve Mezopotamya halklarının az kontenjanla yeterli ödenek verilmeyen belli başlı kurumlara mecbur bırakılması değil. Tarihin, özellikle devrimler tarihinin bize öğrettiği bir şey var. Taşrada, köylerde yaşanan kültürel sıçramalar; fikirlerin, üretimlerin, insanlarla gelen birikimlerin yerele yaşamı inşasıyla başladığı… İstanbul gibi kentlerin hafızası, aktif sanat alıcısı olmasanız dahi sosyal etkileşiminizde belirleyici rol oynuyor. Cumhuriyetin kuruluşu ve kuruluşa giden yolda zımparalanan özü açmadan örneklemek isterim: Halkevleri, tam da yeni bir öze ulaşmak için Cumhuriyetin en önemli atılımlarından biriydi. Her ilde hatta ilçede muhakkak kurulmaya gayret edilmiş Halkevlerinin kültürel dönüşümde önemli bir rolü vardı. 19 Şubat 1932’de kurulmuş ve on dokuz sene boyunca binlerce insana ulaşmıştı. Toplumun irili ufaklı her yerine nüfuz ederek hayal etmesi güç bir seferberlik halindeydi. Köylüye üstten bakmaya yasak koyacak kadar da detaylı hamlelerle. Halkevlerinin varlığı ilerlemenin sebebi değildi aslında; tersine, ilerlemenin sonucuydu. Çünkü hayatınızda hiç post-dramatik oyun izlememiş, bir tiyatro metninin koluna projeksiyonunu takarak size zamanın göreliliğinin izahına şahit olmamış olabilirsiniz. Fakat kentteki birikime şahit olmanız olası. Seyir halinde olmadan maruz kalmak da ilerlemenin değişmenin parçası. Tabana yayılan birikim, yani taşıyacak olan, tiyatrodan çok daha fazlası…

     Özellikle son yıllarda kabul ettiğimiz gerçeklik: Kültürel hegemonya otokrasiye teslim edildi. Birkaç ilçeye hapsolduk, parasız kaldık, aynı bireysel deneyimlere hapsedilerek aynı hikâyeleri anlatmaya mecbur bırakıldık. Birbirimize bu kadar yakınken uzaklaşmamızın, izolasyonumuzun başat sebeplerinden biriydi bu teslimiyet fakat kabullenmek için geç kaldık. Üzerine inşa ettiklerimiz, ürettiklerimiz ise birbirine uymayan lego parçaları gibi görünüyor. Birbirimizi etkilemek hatta etkileşim kurmak için dahi araçlarımız yukarıda bahsettiğim sebeplerin de içinde olduğu nedenler silsilesinde yetersiz kaldı. En önemli sebep olan yoksulluk ise sanki geride kalan tüm sebepleri önemsizleştiriyor. Bu sebepler deryasında, ikililiklerimizle duruyoruz biz de. Hem eskiye bağlıyız hem filmlerde gördüğümüz ışıklı caddelerin aktörleri olmak istiyoruz. Hem oldukça mikro milliyetçiyiz hem ‘herkes’ bizi görsün istiyoruz. Hem efsanelere bağlıyız hem edebiyatımız çok yeni… Bu halimize ‘sanatsal’ çözümler bulmaya çalışmak da kendimizi kandırmak gibi geliyor.



ARŞİV YAZILAR