Bu oyun bizim için
Hepimiz oynarız. Kimi zaman öğrenmek, bağ kurmak; kaçmak ve dönmektir oyun. Aktarmak için bulduğumuz yoldur. Öyle ki kültürden eski olduğunu söyler ünlü filozof Huizinga. Bazen başı sonu vardır bazen kuralları ama binlerce yıldır vazgeçemediğimizdir. Referansımız kendi yaşamımızdır. Bu yüzden herhangi bir otoriteye değil gündelik gerçekliğe aittir. Tiyatro, oynama dürtüsünden beslenir. Tiyatro gerçeğimizdir. Bugün 27 Mart Dünya Tiyatro Günü. Bugün bildiriler okunacak, sahneye çıkılacak, bol bol kutlanacak ve çok önemli sorusunu yineleyecek: Ne yapabiliriz?
Tiyatro, biricik olmaya zorlandığımız yalnız dünyamıza omuz verebilir. Makbul insan olmanın kanımıza bu denli sinsice işlediği zamanların ayrık otu olmaktan öteye geçebilir. Nesneleşen varlığımızın öfkesini büyütebilir, öfkemizi dönüştürebilir. Tiyatro bir arada olmanın güçlü kılan yanlarını hatırlatabilir. Değiştiremez ama itici güç olabilir. Tiyatronun yapabileceklerini hatırlamak belki onun için yapacağımız ilk şeydir.
Öte yandan unutmamak gerekir; tiyatro, bütün sanat dalları gibi yolunu devinenle çizer. İnsanlar topluca ne söylüyorsa, neyi seviyorsa, neyi arzuluyorsa tekrar veya reddeder. Bu diyalektik bağlantıyı kurmak kolaysa da yönünü bulmak değil. Yeni anlatım yolları arayan tiyatro, zamanımızda tam da bu sınavdan geçiyor. Pahalı ve ağır mobilyaların üzerinde konuşulan kültür-sanat politikalarının kenarına ilişmekse nihai hedefimiz, ‘iyileşmek’ üzerine çok şey söyleyebiliriz. Ancak iyilik, sevgi, şefkat, birlik… Şimdi birçoğumuzun kulağında kirli tınlıyor. Çünkü bazen kelimeler temsiliyetini anlamından önce bulur. Temsil ettikleri anlamların bizimle kol kola yürümediği sarih.
Yazımın başlangıcında bahsettiğim oyun oynama hali süregelendir. Oyunun izdüşümünün çocuk olması çok şey anlatır. Çünkü oyunlarında hiyerarşik yapıyı, sansürü görmeyiz; yetişkinler tarafından sonra öğretilendir. Yine başta söylediğim gibi kendi yaşamlarını referans alırlar. Bize ait ancak çoktan unuttuğumuz bir şeyi hatırlatırlar: Olmak. Çocukların kurdukları oyun alanını düşünerek, beraber devindiğimiz bir tiyatro yapmak mümkün mü? Yaşadıklarımızın yansımasıyla sınırlamayıp ona içre kılabilir miyiz sahneyi? Ülkenin dört bir yanında; aklını, duygularını, biz olmayı, bütün hayatını savunan direnişçilerin zamanıyla bir olabilir mi tiyatro? Yasasını kan yasası yapmış olanlara direnenlerin. ‘Daha mühim ne var?’ diyebilir mi?
Yıllardır söylenir durur: Sanatçı düşüncelerini sanatıyla ifade eder. Hayır, bunu kabul etmiyorum. Sanat bir öğretiler bütünü değildir. Sanat, yontulmamış benliklere şekil verme aracı değildir. Sanatçı, görmek isteyeni ortak eder deneyimine. Deneyim direnişse, acıya verilen omuzsa, kötülüğün paramparça ettiği bir kalpse eğer ortaklaşabiliriz. Yoksa bize bizim acılarımızı yansıtan ‘ürünler’ ile karşı karşıyayızdır. Satıcılara ‘hadi oradan’ demek ise boynumuzun borcudur.
Yeryüzü en karanlık yanını gösterdiğinde dahi binlerce renkle anlatabiliriz o’na dair olanı. O’ndan ayrılsak da o’na ait olanlarla beraber o’na ait olmayan şeyler söyleriz. Bir bakarız o’nlar tekrar tekrar söylenendir, her yere karışandır. Anlatacak çok şeyimiz var. Salonları dolduralım, seyir yerinde kalmayalım!