NECDET CANARAN
Üçüncü kurşun, kalbinin üzerindeki kalemi kırdı.
Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, 45 yıl önce 1 Şubat 1979’da katledildi.
O tarihten 14 yıl sonra, 24 Ocak 1993’de kendisi de bombalı bir suikast sonucu yaşamdan kopartılacak olan Uğur Mumcu, İpekçi’nin ardından şöyle yazmıştı:
“Abdi İpekçi niçin öldü, diye sormayın. Yarınlar için, yarınların özgürce yaşanması için öldü.”
Birleşmiş Milletler himayesinde, Türkiye ve Yunanistan’da, adına düzenlenen “Dostluk ve Barış Ödülü”ne iki kez değer görüldüğüm Basın Şehidimiz Abdi İpekçi’nin anısına saygıyla...
KURŞUNUN KIRDIĞI KALEM
Bu tür işlere pek aklım ermez.
Ne zaman eseceği, nereden eseceği, nasıl eseceği belli olmayan bir rüzgâr, daha dünyanın kaç bucak olduğunu anlayamamışken beni aldı götürdü.
Nereye mi?
“Olmaz oldu” diyelim; öte tarafa. Yolun bittiği yere.
Tuhaf ama gerçek: Ne öte dünyaya aidim ne bu dünyaya! Yeri göğü mevta almış. Saymakla, söylemekle, anlatmakla bitmez…
Her gelen otobüs, dolmuş, uçak, gemi, tren, otomobil bu kalabalığa mevta yığınları döküyor, dertlerden azade.
Müslüman, Hristiyan, Yahudi, ateist, deist, budist mevta tam kadro buradayız. Adlarını duyduğumuz, fotoğraflarını gördüğümüz kimler kimler, hepsi burada.
Sorgu sual:
- Nerelisin? Kimlerdensin? Çoluk çocuk? Meslek?
“Hık, mık” diye bir şeyler söyleyecek oldum ve sonra “Elimden gelmeyen yok” deyip ekledim: “Can almak hariç.”
Öteye beriye epeyce bakındım. Beni akrabalarım, dostlar, gazeteci-yazar büyüklerim İsmet Barlas, Peyami Safa Maracı, İpek Tufan, Nevzat Çağlar, Hamdi Yurdakul, Gündüz Artan, Tankut Tufan, Selçuk Ölçer, Basri Ünalan, Müfit Bekiroğlu, Fikret Ünver, Mustafa Özgür, Ziya Keskinışık ve Yurdakul Dinçerden karşıladı. Sarmaş dolaş olduk.
“Bu dünya”da bugün yine toplantı varmış. Geçen hafta, “İkibinli Yılların İlk Çeyreğinde Dünyanın Hâli”ni tartışmış büyüklerimiz. Bugün, “Cumhuriyetin 101. Yılında Türk Medyası” konuşulacakmış.
Basına ayrılan bölümde yerimi aldım. Gazeteci abilerimiz, ablalarımız, kardeşlerimiz, ustalarımız, hocalarımız, aydınlarımız ve basın şehitlerimiz… Kimler kimler: Emeçler, Üçoklar, Aksoylar, Mumcular, Kışlalılar, Göktepeler, Dinkler…
Ansızın kulağımın dibinden bir ses yükseldi. Çabucak sesin geldiği tarafa döndüm. Şakaklarına kar yağmış, yiğit bir adam: 12 Eylül öncesinin terör döneminde birlik, beraberlik ve barış düşüncesini savunan yazılarıyla ön plana çıkan, Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü ve 1961’den başlayarak 1 Şubat 1979’a kadar Başyazarı...
1 Şubat 1979 akşamı gazeteden Nişantaşı’ndaki evine giderken otomobilinde uğradığı silahlı saldırı sonucu yaşamını yitiren Abdi İpekçi...
Milliyet Gazetesi ve bir Yunan vatandaşı Andreas Politakis’in Türk-Yunan ilişkilerini geliştirmek amacıyla hayata geçirdiği “Dostluk ve Barış Ödülü”ne adı verilen Abdi İpekçi...
Elimle ağzımı kapatıp hafifçe öksürdüm ve cesaretimi toplayıp toplantıya doğru yönelen Abdi Bey’in ardından seslendim:
- Üstadım, farkındasınız elbet! Daha düne kadar benim geldiğim yerde ‘en güvenilmez kurum’ konumuna erişti gazetecilik. Oysa “matbuat” iken, “ceride” iken; “basın” iken, “gazete” iken hep zirvedeydi “güvenirlik” söz konusu olunca.
‘Üç maymun’u oynayanlar için hatırlatayım:
Ulusal özgürlük kıvılcımını çakan; cumhuriyet ve devrimleri tanıtan, öğreten, sevdiren; çok partili demokrasi döneminde ulusumuza ışık tutan basınımızdı.
Düşman gemileri, zafer bayraklarıyla İstanbul limanını doldurmuş, rıhtımlar işgal çizmeleriyle çiğnenmişken… İşgalcilerle, bağımsızlık savaşçıları arasında sıkışan Padişah, Mustafa Kemal ve beş arkadaşı hakkında idam fermanı çıkartmışken kendi tarihini nasıl yazacağına karar vermişti Türk basını.
İzmir’in işgaline karşı ilk tavır da bir gazeteciden gelmişti. Yunan Efzun Alayı’nın sancaktarını ilk kurşunla yere seren ve sonrasında süngü darbeleriyle şehit edilen vatanperver, Hukuk-u Beşer Gazetesi’nin başyazarı Hasan Tahsin Bey’di.
Anadolu basını, Kurtuluş Savaşı yıllarında türlü yoksunluk içindeydi. İşgal altındaki bölgelerde çıkan gazeteler baskı altındaydı ama buna rağmen yayınlarını sürdürmek için ilginç yollar bulabiliyorlardı. Fransız kuvvetleri tarafından kapatılan Yeni Adana gazetesi mesela, Pozantı’da bir tren vagonunda basılıp Adana’ya gizlice sokuluyordu.
Güneş doğdu sabah oldu; gün battı gece oldu. Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik ve halkın gözünde “en güvenilmez kurum” konumuna düştük. Demem şu ki, “Medya” olduk, böyle olduk. Ne dersiniz?
Abdi Bey’in yüzünde bir acı tebessüm belirdi. “Gecikmeyelim” dedi, “yakışık almaz.” Toplantıya doğru yöneldi, “ben diyeceğimi seneler evvel söylemiştim” diye ekledi.
“Bulamadıysanız koymayın”
Abdi İpekçi’nin “seneler evvel” verdiği gazetecilik dersini Nail Güreli ustamız seneler sonra bir seminerde şöyle dile getirecekti:
“ (...) Abdi İpekçi’yi hepiniz bilirsiniz. Ben, Milliyet Gazetesi’nde çalışırken, gece saat 24’de, 01’de haber bağlanacak... Abdi Bey telefon eder, ‘ne var, ne yok’ diye sorardı. Bir önemli haber vardır o gün... Filanca kişi haberin içinde itham edilmiştir. Sabahtan beri çalışan gündüz ekibi, itham edilen o kişiyi bulup cevap alamamıştır. Hepinizin de başına gelir, ‘toplantıda’ derler aradığınız zaman, ‘yok’ derler, bulup konuşma imkânını yakalayamazsınız... Yazarsınız. Ertesi gün, ‘yahu bana da bir kere sormadan yazılır mı kardeşim’ derler. Öyle işte, akşama kadar bulamamıştır gündüz çalışan arkadaşlarımız. ‘Abdi Bey, gazeteyi baskıya vereceğiz, biz bulamadık, gece ekibi de bulamadı, gündüz ekibi de bulamadı’ diyoruz. Haber de önemli, öbür gazetelerde de var, verecekler, büyük bir haber; üç sütun, dört sütün en azından... ‘Bulamadıysanız koymayın’ derdi... Milliyet koymazdı, öbür gazetelerde üç dört sütun çıkardı, Milliyet haberi atlardı. Ama işte, Abdi Bey zamanındaki o güven unsuru böyle sağlandı.” (*Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü Seminer Konuşmaları, Tunceli, 2002.)
*
Ön söz
Masal bu ya… Gazeteci, muharrem ayında inanç önderine sormuş:
-Medya için de dua ediyor musunuz?
-Hayır, demiş inanç önderi, medyanın haline bakıp, memleket için dua ediyorum.
Kıssadan hisse...
Son söz
- Sözüm sizedir ‘o dünyalılar!’