Körlük, ünlü Portekizli yazar Jose Saramago’nun en bilinen romanıdır. Bu dispotik yapıtta* olaylar adı verilmeyen bir ülkede yaşanır. Dünyadaki her ülke olabilir aslında. Kurgu, ilk sayfadan başlayarak körlük salgını olarak anlatılır. Kaos ortamının başlamasıyla ilk kör eski bir akıl hastanesine kapatılır.
Çok sayıda körün aynı hastaneye getirilmesiyle pislik, cinayet, tecavüz, açlık olayları yaşanır. İnsanlığın ne denli vahşileşebileceğinin tablosu çizilir sayfalar boyunca. Satırlar, ilk elden tam bir karamsarlık havası yansıtır. Vahşi sömürü, açlık ve savaşlarla dolu olan insanlık tarihinin uygarlığı içselleştirmemiş olduğu ancak maskelenerek medeniymiş gibi göründüğü şeklinde yorumlanabilir.
Romanın ilginç yanları arasında yazım kurallarına uyulmamasının yanı sıra, kahramanların isimleriyle değil, “doktor”, “şaşı çocuk”, “koyu gözlüklü genç kız” vb. sıfatlarla anılması vardır.
Kör olmayan tek insan olan “doktorun karısı” insanlığın en iğrenç, en kötü yanlarına şahit olur. Aynı zamanda diğerlerine rehberlik de yapar. Hastanenin yanmasıyla hayatta kalabilen çoğu kör kaçar. Bu gelişme bütün ülkenin kör olduğu, hastanenin içinin ya da dışının farklılık taşımadığını, her ikisinin de aynı olduğunun anlaşılmasına neden olur. İnsanlar artık sürüler halinde, hayvanlar gibi yaşamaya başlamıştır.
1922 doğumlu Nobel Ödüllü Jose Saramago’dan bahsetmek gerekir. Yazarın 1932 ile 1968 yılları arasında iktidarını sürdüren Salazar diktatörlüğü döneminde yetişmesi düşünsel gelişimini açıklar ve eserlerinde görünür. Hep otoriter yönelimlere karşı pozisyon almıştır. 1965’de girdiği Portekiz Komünist Partisi’nde yaşamını yitirdiği 2010 yılına dek üye olarak kaldığını anımsamak gerek.
Saramago, bir röportajında şöyle konuşur: “Ben medeniyetin yaldızlı maskesini değil, toplumu olduğu gibi görüyorum. Açlıkla, savaşla, sömürüyle zaten bir cehennemdeyiz. Körlüğün getirdiği kolektif yıkımla birlikte iyi veya kötü her şey su yüzüne çıkıyor. Bu roman bizim ne olduğumuzun portresi.”
Roman, insanların yeniden görmeye başlamasıyla sonlanır.
*
Saramago’nun körlük ile verdiği mesajı şöyle okuyabiliriz. Mevcut devlet yalancıdır, otoritesini insanlığın kötülüğü yönünde kullanan bir kurumdur. İnsanlar devletin bu tavrına karşı birleşmezlerse hayatta kalamaz. Roman kahramanlarının da bu doğrultuda hareket etmeye evrildiklerini anlatıyor. Eğer aşırı bireyselleşmiş, yalnızlaşmış modern insan örgütlü hareket etmezse eserde örnekleri görüldüğü üzere kaoslara yenik düşecektir. Hatta hayatta kalamayacaktır. Benzer ortamlardan yararlanan otokratlar ise düzenlerini acımasızca sürdürecektir.
Romanın ana fikrinin bireylerin süreç içinde tebaa haline geldiğini, devlete ve onun yasaklamalarına tabi bir özneye dönüştüğünü söyleyebiliriz. Körlük hali özneye dönüştüğünün simgesel ifadesidir.
Ancak bu belirlenim romanın ana karakterlerinin politik bağımlılıklarının farkına varmasına da yol açmış olabilir. Güç ilişkileri ile kolektif öznelliği baz alan bir yöntem hakkında düşünmeye vesile olmuştur.
Romanın sonunda yer alan bir cümle Saramago’nun diyalektik düşünme sistematiğini göstermesi açısından önemlidir:
“Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük. Görenler mi, gördüğü halde görmeyen körler.”
Jose Saramago’nun bu dispotik romanı bana son dönemde yaygın olarak kullandığımız “Toplumsal çürüme” kavramını sorgulatır. Bir başka yazıda bu illiyeti ele alabiliriz.
*Distopya. Uygulanmış olan ve bu uygulamada kötü olan, zaten çoktan gerçekleşmiş bir felaketi içine alan dünyayı anlatan felsefi kavram. Ütopyanın karşıtı diye de niteleyebiliriz.